Eyvah Eyvah – Ata Demirer

Ata Demirer’den eğlenceli, güzel bir film. “Dondurmam Gaymak” sıcaklığında ama biraz daha kuzeyden, memleketim Çanakkale’den esintiler. Yapaylıktan uzak, gayet samimi ve doğal bir film olmuş. İzleyelim, neşelenelim 🙂

Veda Filmi – Zülfü Livaneli

Konu Atatürk olunca beklentiler ister istemez büyüyor; keza önyargılar da öyle. Atatürk, yaveri ve hayatı boyunca arkadaşlığını yapmış Salih Bozok üzerinden anlatılmak istemiş. Böylesine büyük bir projede elbette eksen kaymaları da olmuş bu konuda. Benzer kaymalar “Atatürk’ün özelini mi, tarihi mi anlatalım” ekseninde de olmuş. Tabi böyle sapmalar tarihte bu denli büyük yeretmiş bir lider için olası bir durum.
Film etkileyici. Özellikle Atatürk, -Mustafa nazaran- korumacı bir üslupla incelenmiş. Latife Hanım’a çokça yüklenilmiş.
Figürasyon zayıf gibi. Çok daha kalabalık, görkemli sahneler yapılabilirdi. Milyon dolarlık bir sektörde artık “imkanlarımız bu kadardı”yı bahane olarak görmek çok da hoşuma gidiyor.
Müzikler harika! Zaten müzikler Livaneli’nin daha önce çalıştığı Londra ve Berlin Senfoni Orkestralarınca icra edilmiş. Filmin etkileyiciliğinde bunun etkisinin oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum.
Çok daha iyi, güçlü bir film de yapılabilirmiş. Ama film bu haliyle de gidilebilir.

PS: Basın gösterimi çıkışında Atatürk’ün son zamanlarını oynayan şahsı gösterince birden “n’oluyoruz?” oldum 🙂

Soul Kitchen – Aşka Ruhunu Kat – Fatih Akın

Benzer zamanda vizyona girmesi sebebiyle gülme level’ı Yahşi Batı ile karşılaştırılan Soul Kitchen’ın kulvar olarak sözkonusu filmle alakası yok. Sinematografik olarak çok farklı/üst bir yerde duruyor Fatih Akın’ın filmi. Oyuncularını da “Duvara Karşı” (Sibel Kekilli yok 🙂 ve “Temmuz’da” filmlerinden biliyoruz. Bu da ısınmamızı sağlıyor, ama Türkçe tek bir sahne yok (Uğur Yücel’in olduğu bir sahnedeki “Teşekkürler” ve sokakta çalan Sezen Aksu parçası dışında). Kaliteli bir film, yer yer güldürüyor. Kalabalık bir Alman/Almancı güruh ile izlerken kendilerinin çok daha fazla güldüğünü hissettim. Alman kültürünün komedi anlayışına daha uygun sanırım 🙂

Özet:
Filmde, restoranında sunduğu özensiz ve ucuz yemeklerde para kazamadığı için başı derde girdiği bir dönemde, sevgilisiyle de hem duygusal hem fiziki olarak arası açılan Zinos’un (Adam Bousdoukos), “Star” bir ahçıyı (Birol Ünel) işe alarak nasıl yeni bir müşteri kitlesine kavuştuğu, son derece espirili bir dille anlatılıyor.

Filmde işlenen ana tema, gelenekselle yeniliğin ezeli zıtlaşması. Yenilik eğer iyi yönetilirse, başarılı oluyor: Almanya’nın Hamburg kentinin eski sanayi bökgesinde hangardan bozma lokanta, yeni ahçı sayesinde “hip ve trendy” bir gurme restorana dönüşüyor. Fatih Akın, önceki filmi “Duvara Karşı”da rol alan Birol Ünel’in canlandırdığı, huysuz ama yaratıcı ahçı Shayn’ı “Dünyayı değiştirmeye çalışan bir Don Kişot” olarak tanımlıyor.

Yahşi Batı – Cem Yılmaz

Yahşi Batı’nın hikayesi oldukça orijinal: Osmanlı Padişahı iki nazırını Amerikan Başkanı’na dostluk nişanesi olarak bir elması götürme görevi veriyor. Bu sayede bol bol Türk işi unsurun Amerikan kovboy dünyasında nasıl durduğunu görüp gülebiliyoruz. Sırf bu ilginçlikleri seyreylemek için bile gidilebilecekken üstüne neşeleniyoruz. Hani “gülmekten yerlere yattık vallahi” denilemez ama bir çırpıda silip atacağınız bir film de değil.

Özet:
Yahşi Batı, 1800’lü yılların sonunda’Osmanlı padişahı tarafından Amerika’ya gönderilen iki görevlinin başlarına gelen olaylar anlatılıyor.

Aziz Bey, ile Lemi Bey, 19. yüzyılın sonlarında padişahın emriyle Amerika’ya gitmek için yola çıkarlar. Yanlarına da hediye olarak verilmek üzere çok değerli bir elmas taş ve yüksek miktarda para vardır. İkili Amerika’ya varınca, gidecekleri yere ulaşmak için bir posta arabasına binerler.

Lemi Bey ile Aziz Bey bu yolculuk esnasında soyulurlar. Önce ellerinden elmas taş gider, sonra da paralarını kaptırırlar. İki Osmanlı, kaptırdıkları parayı tekrar toparlamak için ödül avcılığı yaparlar.

Gördükleri ‘Wanted’ ilanlarını kendilerine uyarlayıp, sırasıyla aranan haydutların yerine geçer ve ödül avcılığıyla para kazanmaya çalışırlar. Biri haydut olur, diğeri onu yakalar ve başlarına her defasında binbir olay gelir. Tam canlarından olacakken Aziz Bey aslında ödül avcısı olmadıklarını, Lemi Bey’in haydut olmadığını, ikisinin de Osmanlı olduğunu anlatmaya çalışır.

Vavien

Öyle çokça görmediğimiz iyi işlerden, Vavien. “Avrupa Yakası”sı seven, “Burhan”a pek gülen biri olarak Erol Günaydın’ı epey özlemiştim. Filmde nadiren yapılan espriler dışında da, Burhan’a benzer mimikler yüzünden güldüm. Settar Tanrıöğen’in oynadığı karaktere işlenen detaylar da pek hoşuma gitti.
Filmin senaryosu, kurgusu, bağları sağlam. Billur Kaya’nın oyunculuğuna diyecek yok. Yönetmenler de Taylan Biraderler. Ara ara uzun sıkıcı sahneler olsa da son zamanlarda izlediğim en iyi Türk filmi.
Bu arada ikiliden kaynaklı olarak komedidir yargısıyla gitmeyiniz. İyi bir film izlemek için gidiniz.

Recep İvedik 2

!f İstanbul 8. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali sürerken bu filme mi gidilir? Kardeşim askere gidiyorken, kuzen falan da yanıbaşındayken, e az biraz da merak ediyorken gidiliyormuş.
Şu film izlerken sinema salonu etkisi pek önemli artık. Astoria’da daha önce salon 8’de gittiğimde, perde salona göre çoook büyüktü. Şimdi salon 5’te gittik. Salon da perde de pek küçük. En azından oranları uygun derken, bu sefer de sağ kısımdaki netlik problemi ve bitmek tükenmek bilmeyen film öncesi, ara sonrası reklamlar (toplamı 30-40 dk vardır), bundan sonra beni burada film izleme konusunda epey düşündürttü. Dip not olarak da bu filmin üç salonda birden oynadığını belirteyim.Gitmeyenlere inat “yahu komiktir, gülersiniz, artislik yapmayın” şeklinde temkinlerde bulunup önyargılarımı aşarak gitmiştim. Ama çok fenaymış. Hele önceki gün festivalde Wendy & Lucy gibi gayet düzgün bir film izlemişken. Başı sonu “uyduruk”, arası bol parodili -ki bu kısımlarda bol bol güldüm- bir skeçler bütünü. İlk film de böyleydi. Kardeşim de “sinemada gitmeye değmezmiş” dedi.


Bu tarz, herkesin gittiği filmlerin lezzetli yanı, sonrası arkadaş arası muhabbetler oluyor. Geyikler dönerken hippopotamlar gibi gülüşüp neşemize neşe katıyoruz anca.

Arog: Bir Yontma Taş Filmi

Reklamlarıyla, dilden dile dolaşmasıyla o kadar çok büyüdü ki Arog gözümde, beklentim çok çok büyük oldu. Son ana kadar sabırsızdım diyebilirim. Zaten çok kalabalık bir arkadaş grubuyla gittik; herkes heyecanımı paylaşıyordu.

Herkes birşey konuşuyor, yazıyor. Genelde böyle durumlarda hep hayal kırıklığı olur; ama Cem Yılmaz’ı sıradışı tutuyordum. Güldüm, ilgiyle izledim, özel efektlere bayıldım; ama Gora kadar gülmedim. Kurgu da zayıftı Gora’ya göre. O hiçbirşeyi beğenmeyen eleştirmenlere hak vermek zorunda kaldım. Hani film iki saat yerine bir saat olsaydı, hiç durmadan gülerdik gibi geliyor Gora’daki gibi. Yine de dilimize plesenk olacak espriler, anlatılacak skeçlerle dolu.
Bu arada ilk gün (5 Aralık 21.30 seası) olması sebebiyle ilk defa Emek Sineması’nı bu kadar kalabalık gördüm. İstanbul Film Festivali’nde bile böyle olmuyor. İzdihama ramak kalmış. Kantin de, tuvalet de (1 YTL) hayatının işini yapıyordu sanırım. Ortada da iki haftalık tüm biletler satılmış dedikoduları dolaşıyordu.
Anlamadığım bir şekilde rahatsız bir gösterim oldu: Renkler canlı değildi, alttan üstten görüntü perdeye tam oturmuyordu. Ses, boğuk ve ara ara yankılı geliyordu. Oysa daha önce çok film izledim Emek’te, hiç böyle olmamıştı. Bu güzel salon, hemen bu konuya bir el atmalı.

“G.O.R.A gezegeninde tutsak olan Arif’e büyük kin besleyen Komutan Logar, onu zaman makinesiyle bir milyon yıl öncesine gönderir. Taş Devri insanları, dinozorlar ve prehistorik kuşların yer aldığı AROG’da Arif’in yeni maceralarını izleyeceğiz.”

Issız Adam

Herkesin film müziklerini diline doladığı, repliklerini Facebook statüsü yaptığı Issız Adam’a sonunda gittim.
“Sen dizime yattın. Ben bir hikaye anlattım ve sen büyüdün.“

Çağan Irmak’ın duygusallıktaki başarısı da bu filmde yine safhada. Salondan çıkarken ağlayan hanımkızlarımıza çarpmamaya dikkat ederek çıkmak gerekiyor.
“Şu an karın ortasında donmak üzeresin. Tatlı bir sıcaklık hissediyorsun; ama aslında ölüyorsun.”
Herşeyin dışında, esasoğlanın annesini oynayan teyze, hepimizin annesi sanki. Hem de o nasıl bir oyunculuktur, düz yazı olsa “yapay” gelecek o didaktik düşünceleri, nasıl da ustalıkla hem hareketlerine, hem diline yediriyor. İki kere bravo! (Bilmiyorum tabi dublaj da kendisinin midir)
Nil Karaibrahimgil’in şarkısındaki gibi sorasım geliyor: “Modern zamanlarda aşk… Bu mudur?” Galiba budur. Ah şu evlilik telaşesi, mavi mi, gerekli mi, gecikmeli mi? İzlememek kayıp olurdu; ama yumrusu kalbimde duruyor hala.

“Alper 30lu yaşlarda, gurme sayılacak düzeyde yemek kültürü olan kendi restoranının sahibi iyi bir aşçıdır. Lüks yaşamayı seven, işinde başarılı ama özel yaşantısını her gün farklı kadınlarla birlikte olarak düzene koyamamış, hayatını; yaptığı yemekler, günübirlik ilişkiler, paralı kadınlar üçgeninde yaşayan birisi iken; Hayatının akışı, bir gün Beyoğlu’ nun arka sokaklarında, aradığı eski plak için bir kitapçıya girmesiyle değişir.

Ada 20′ li yaşlarının sonlarında, güzel, çocuk kostümleri tasarlayıp diken, Alper’ in modern yaşamının aksine çok mütevazı, hayatta fazla inişleri çıkışları olmayan genç bir kadındır. Bir gün eski bir kitabi bulabilmek için Beyoğlu’ nda dolaşırken Alper ile ayni kitapçıya girer. Çapkın bir adam olan Alper, Ada’ nın güzelliğinden etkilenir ve Ada’ yı takip etmeye başlar. Ada’ nın aradığı kitabi bulmuştur. ilk sayfasına telefon numarasını yazar. Ada’ nın işyerine kadar devam eden takip, Alper’ in tanışma bahanesiyle aldığı kitabı Ada’ ya vermesiyle son bulur. Ada ve Alper’ in yaşamlarında ilk defa karşılaştıkları tutkulu aşkın ilk sinyalleri bu kitapla başlar. Alper kopamadığı özgür hayatinin içersinde Ada’ ya yer açmaya çalıştıkça, yaşamının daraldığını fark eder. Aşkı ve özgürlüğü arasında kalan Alper’ in sessiz çığlıklarını duyamayan Ada, kendini aşkın rüzgârına kaptırmıştır bir kere; Ve yaşam bir kere daha aşk oyununun perdelerini Ada ve Alper için açacaktır.

Issız Adam, modern hayatın yalnızlaştırdığı insanları anlatan, yemekler, anneler, eski şarkılar ve aşk üzerine bir film.”

Osmanlı Cumhuriyeti

Gani Müjde’den zamanında aklımdan geçirdiğim güzel bir fantazi. Mustafa’nın üstüne filmin başı dışında bir yerde geçmeden Atatürk bu kadar güzel anlatılabilirdi. İki filmi kıyaslayanlara selam olsun; ben ikisinin de güzel, izlenmeye değer tarafları olduğuna inanıyorum. Güzel bir fantazi, ama kesinlikle iyi bir film değil. Yine de aklımdan geçmiş düşüncelerin beyaz perdede vücut bulması hoşuma gitti. Çoğu kişinin kötü demesine, sinema salonunda başta sadece dört kişi olmamıza (sonradan bir 15-20 kişi geldi ama) rağmen yine de izlerdim.

Ata Demirer’den komedi dışı bir oyunculuk görmek de ilginçti. Yer yer sanki Avrupa Yakası’ndan Volkan fırlasa da, padişah ağırlığını kaldırıyordu Ata Paşa. Vildan Atasever de yine aynı Vildan: Sempatik, çıtır ve güzel.

“Film, 1888 yılında başak tarlasında koşan ve sonra Atatürk olduğu anlaşılan çocuğun bir ağaca tırmanıp , kafesteki bülbülü alırken kafasının üzerine düşmesiyle başlıyor. Ardından filmin kararması ile 2007 yılına geliniyor. Filmde Atatürk’ün hiç lider olmaması, Kurtuluş Savaşı’nın yapılmamasıyla cumhuriyet değil Osmanlı Cumhuriyeti’nin günümüze uyarlanmış devamı anlatılıyor. Türkiye Cumhuriyeti yerine Osmanlı Cumhuriyeti’nin devam etmesi, ülkede yabancıların toprakları paylaşması, Ankara’nın başkent olmaması, padişahın olması, hükümetin AB yanlısı olması, tabelaların, plakaların hem Türkçe, hem Arapça olması, padişahın sürgüne gönderilmesi, padişahın kaftanının altında takım elbise olması gibi trajikomik hikayeler ve ayrıntılar yer alacak.”

Uçurtma Uçurmadan Büyüyemezsin: Mükemmel Bir Gün

Ferzan Özpetek’in filmi olmasına rağmen aslında bir İtalyan filmi. Avrupalı bir aile dramı izliyoruz. Daha sanatsal, daha dolu dolu, daha kafa yoran bir film isterseniz tavsiye ederim. Ama beni kasmasın, yormasın diyorsanız vizyonda başka birçok Türk filmi var; bereken versin!

“Evli ve iki çocuk sahibi olan Emma ile Antonio, bir yıl önce ayrılmışlardır. Antonio, beraber yaşamış oldukları evde artık tek başına oturmaktadır. Emma ise, çocuklarını da alarak annesinin yanına yerleşmiştir. Bir akşam, Antonio’nun dairesinden silah sesleri duyulur. Komşular tarafından çağırılan polisler kapıyı kırarak daireye girmeye hazırlanırken; Mükemmel Bir Gün, o ana kadar geçen son 24 saati anlatır bizlere.”